BAYANLARİÇİN
  Aşk
 

AŞK VE FELSEFE

Siz bilgeler, yüksek ve derin bilgili

Sizler ki derin düşünür ve bilir misiniz?

Nasıl, nerede ve ne zaman, çiftleştiğini her şeyin

Niçin sevişildiğini, öpüşüldüğünü?

Siz ulu bilgeler, yüzüme söyleyin!

Kafa patlatın bakalım, bana ne olduğuna

Nerede, nasıl ve ne zaman,

Niçin başıma geldiğine bunların, hadi kafa patlatın!

                        (Arthur Schopenhauer, Aşkın Metafiziği)



Neden aşk?

Çünkü öyle durumlar olur ki; bizi yaşamdan hem de güpegündüz hayattan koparan, bazen ölüme bile bizi teşvik eden, bizi sırf bir tatminsizlikten dolayı diğer tüm duygularımızı bastıran bir olgu olması bizleri aşkı çözümlemeye ve perdesini aralamaya sürüklüyor.

Demek ki aşk işlenmesi gereken bir konuyken filozoflar bunu göz ardı etmiş. Muhakkak ki bu meselenin ne öneminden ne de gerçekliğinden kuşku duyabiliriz.

Aşk nedir? Nedir bu aşk? Aşk bir aldatmaca mıdır, ötekine kendini ispatlama mıdır, bir haykırış, kendinden geçme olanağı mıdır, mutluluk adına yapılan kendini tatmin etme yerimiz midir, yoksa bunların tamamının ötesinde cinsel bir dürtü müdür? Neyin nesidir aşk?

 Aşkın en önemli ve ilgi çekici yanı “kusur örtme” özelliğidir. Bu öyle bir duygudur ki; ötekini, bu kendi de olabilir, çoğu kusurlu yönlerini örtmeye çalışır, bastırmaya çalışır. Bunu çoğu kez bilemeyiz, anlamlandıramayız. Peki, bu nasıl bir olanaktır? Bunu bilim, insanın karşı cinsle karşılaşmasında vücudun kaliteli üreme maddesi üretmesi olarak açıklıyor ve vücut, türünün devamı için en uygun birey olarak onu görmesiyle açıklıyor.

Bu açıklamayı duyanlar için duygu diye bir şey kalmaz mı acaba? Hayır, insanlar bunu bilmezden önce de her nasıl duygular besliyorsa yine aynı duyguları besleyecektir; sonuçta burada bilimin görevi hastalıklara çare bulmaktır.

Aşkın bir başka sonucu “sahiplenme”  isteğidir. Bu istek bize her ne kadar da doğal gelse de ilginç bir yanı vardır. Sahiplenmede ötekiyle “bir” olma ya da ötekini kuşatma söz konusudur. Bu da iktidar olmayı ve acının ortaklığını, annenin evladına duyduğu duygu gibi, evladının aldığı bir yarayı yüreğinde hissetmesi gibi bir olanak vardır.

 Aşkı tanımlayacak olursak. Aşk, her şeyden önce biyolojik bir cinsel dürtüdür, ama her ne kadar da cinsel bir dürtü de olsa tanımlayamadığımız ve bu tanımlayamama üzerinden tanımladığımız bir şeydir. Aşk bağlanmaktır, kendi varlığını gerçekleştirmektir.

En eski tarihiyle aşk/sevgi antropolojik bir ilişkidir ve bu da temelde sadece karşı cinse duyulan bir duyum değildir; yani ilişkinin olduğu her yerde sevgi/aşk vardır. Eski Yunan’da aşk hayat anlamını içeren Eros’la ifade ediliyordu ve Eros bir tanrıydı. Görüldüğü gibi bizi hayata bağlayan ve hayatın anlamı olan tüm ilişkilerimiz sevgiye bağlıdır. Sevgi: İlişkinin çimentosu, temelidir. Burada sevgiyi sadece karşı cinse duyulan duygu olarak görmemiz gerekir. Çünkü hayatın özü ve tutunacak tek dalı sevgidir. Öte yandan sevgi olmadan nasıl bir arada yaşayabilirdik ki? Bu bağlamda sevgi; sanki yaşamın amacına ulaşmak istediği yer olarak görünür. Sanki bir zorunlulukmuş gibi sevgi olmadan sanki yaşayamayız hissine kapılırız. Bu nedenle çıkar, aşırı hırs, savaş da bir nevi sevgi eksikliğinden meydana geldiğini söyleyebiliriz, bir tür karamsarlık içeriksiz duygu da diyebiliriz.

Sevgi, aşkı karşılayan bir kavramdır; yani aşk sadece sevginin karşı cinse olanın, eşcinsellere de olabilir, aşırı halidir. Aşkın çok farklı tanımlamaları vardır.

Kimisi aşkın ilk bakışta olduğunu söyler. Shakespeare; ilk bakışta sevmeden kim âşık olmuştur ki? Demiştir. Acaba ilk bakışta olmayan aşka aşk diyemez miyiz? Elbette ki bu bir varsayımdır, kimisi aradan yıllar geçtikten sonra da âşık olduğunu söyleyebilir ve düşünebilir, hatta yıllarca tanıdığı bir insanı seviyor olabilir ve bunun adını koyamamış olabilir.

 Herkesin ağzında dolaşan platonik aşk diye ifade edilen; karşılıksız aşk nerden çıkmıştır? Bunun Platon felsefesine dayandığı varsayılır. Platon felsefesinde gördüğümüz her şey idealar(gerçek dünya) dünyasının kopyası bizde bir iz bırakır, bunun etkisiyle onun mutlak olan görünümüne doğru varma uğraşı içerisindeyizdir; tıpkı bizim, âşık olduğumuzda âşık olunanı yani cananı yüceltmemiz ve kusursuz görmeye çalışmamız gibi bir etki bırakır. Burada her ne kadar da âşık sevdiğine kavuşursa da sonuçta yine platonik yani gündelik dildeki karşılıksız aşka, dönüşür; bu da aslında Platon’un sistemine göre tüm aşklar platoniktir; çünkü bu dünyadaki her şey bir gölgeden ibarettir ve aslına dönme çabası vardır. Bir de Hegel açısından bakarsak; Hegel sistemindeki “özbilinç”in kendini bulması olarak; yani daha önce kendi bilinç’inin farkına varan ve kendi varlığını ortaya koymak, ispatlamak ve gerçekleştirmek için kıyasıya bir mücadele vermesi ve bu durumda bir başka “özbilinç”in varlığına kendini varlıksal olarak göstermesi için ihtiyaç duyması gibi… İşte aşk da buna benzetilebilir ve aşk da kendini böylece ortaya koyabilir; ama tüm bunların ötesinde A. Shopenhauer’ın aşk/sevgi üzerine farklı, ilgi çekici ve aşk insanı dediğimiz insanları çileden çıkaran açıklamalarda bulunmuştur.

Schopenhauer Aşkın Metafiziği kitabında aşktan şöyle bahseder: Bütün aşkları istedikleri kadar uçarı, tensellikten, dünyevilikten uzak, ayakları yerden kesik görünseler, sadece cinsel dürtüde temellenirler; evet hatta bu âşıklık hali, sadece daha yakından belirlenmiş, daha özelleşmiş, hatta sözcüğün en dar anlamıyla bireyselleşmiş cinsel dürtüdür. Buna rağmen bunları dikkate alan o kılı kırk yaran seçme ayıklamayla birlikte güzellik ve çirkinliğe öylesine önem atfedilmesi besbelli ki o öyle sansa da, seçenin kendisi ile değil de hakiki amaçla, yani meydana getirilecek olan ve benliğinde türün tipinin olabildiğince katıksız ve doğru korunup sürdürülmesi istenilen yeni bireyle ilintilidir. Anlayacağımız, binlerce fiziksel rastlantı ve ahlaksal iğrençlik, sapkınlık üzerinden insan yapısının o çok çeşitli yoz biçimleri doğar: Buna rağmen, insanın sahici, gerçek tipi, bütün parçalarıyla durmadan yeniden üretilir; bu, cinsel dürtünün mutad olarak önünde duran ve onsuz bu dürtünün iğrenç bir ihtiyaç düzeyine düşeceği güzellik duygusunun yönlendiriciliği altında gerçekleşir. Buna göre, herkes, bir kere, en güzel bireyleri, yani kendi varlıklarında türün karakterinin en saf ve katıksız damgasını taşıyanları kararlılıkla tercih ve şiddetle arzu edecektir; öteki bireyde özellikle kendisinin yoksun bulunduğu mükemmelliği ve kusursuzluğu arayacak, hatta kendisinin karşıtı olan kusurları ve yetersizlikleri onda güzel bulacaktır. Buna örnek Leyla ile mecnun aşkıdır; Mecnun’u merak eden Padişah onu yanına çağırır ve ondan Leyla’sını görmek istediğini söyler ve Leyla gelir, padişahın tepkisi çok ilgi çekicidir; “Bu mudur, Leyla! Padişah Mecnun’un güzelliğine karşı Leyla’nın çirkinliğine ve aşklarına bir anlam veremez, fakat Mecnun orada tarihi bir söz söyler: “Bir de sen ona benim gözümden bak!” Peki, bunca gürültü patırtı niye? Niye bunca itiş kakış, tepinme, korku, endişe ve dert? Sonuçta amaç, sadece her bir Mecnun’un Leyla’sını bulması değil midir? Böyle önemsiz bir ayrıntı niçin böylesine önemli bir rol oynasın ve iyi düzenlenmiş insan hayatının içine ebedi, aksaklık ve kargaşa getirsin?

Aslında bu konu önemsiz değildir. Bunlar isterse alçak topuklu ayakkabılar, ister yüksek topuklu sandaletler üzerinde oynansın, insan hayatındaki bütün öteki amaçlardan daha önemlidir; bu nedenle herkesin onları sürdürürken ki büyük ciddiyeti buna fazlasıyla değer. Çünkü türünün devamı söz konusudur.

Schopenauer aşkın üzerine böyle bir açılım yaparken elbette bir temele dayanıyordu, bilime…

Bilim de tıpkı Schopenauer’ın dediği gibi aşkın biyolojik bir dürtü olduğunu öne sürüyordu. Buna karşı çıkmak yersizdir.

Aşk üzerine öyle şeyler söylenmiş ki, mesela kimisi aşkın muallâkta duran bir kayanın üzerine bir şekilde çıkıp orada öylece durmak demiş ve o kaya da muallâkta durduğu için hiçbir iniş yolu yok tek iniş yolu atlamaktır ve atlasan da bir yerini incitirsin… Aşk, anlatılması imkânsız bir duygudur,  aşk, oluşa zaman bırakmaktır* diyen olmuştur. Ozanlarımız aşk üzerine sayısız şiir ve metinler yazmıştır. Bu tanımlamaların tümü aslında aşkı kutsallaştırma çabasıdır, anlatılamaması, kesin bir tanımının olmadığı savunusu, belki de bu şekilde olması bizim aslında kötü bir şey yapmadığımız, yaptığımız şeyi meşrulaştırmaya ve masumiyetimizi göstermeye yönelik bir şey olsa gerek. Fakat Schopenauer biyolojik bir şey olduğunu, cinsel bir dürtü, söyleyerek bizi daha çok aşka itmesi gerekiyorken sanki bizi soğutuyor gibi, biz: evet ama şuramda bir sancı var, anlatamıyorum. Evet, var ama buna biyolojik, cinsel bir şeydir dediğimizde, evet ama bazen kavuşamama korkusundan intihar etmek istiyorum, diyor.

Peki, bu neyin nesidir?

Burada Schopenauer’ın karamsar kişiliği üzerinde konuşmak istiyorum. Schopenauer’ın yaşadığı acı yaşamdan dolayı karamsar olduğu söylenir, ama bence çok farklı bir nedeni vardır. Bunu sevgi/aşk çözümlemesiyle bağlamak istiyorum. Sevgi haz mıdır? Hayır, haz değildir. Eğer sevginin akli bir temeli olsa ve bunu ispatlasak sevgi kavramının içi boşalır çünkü ona çok yüce bir anlam yükledik. Hayatın belki de temel taşı olan sevginin içini boşaltırsak o zaman değersiz bir varlık oluruz. Bu da karamsarlığı getirir. Elbette ki var olan her şeyin akli bir temeli vardır, ama her nedense aşkı açıkladığımızda sanki bir mimarın dengede duran bir yapısının tek sebebi olan çatıdaki gereksiz olarak görülen beş on çakılın kaldırılınca ve yeri değiştirilince, tıpkı aşkın iki nokta üst üste anlamını değiştiriyormuşuz gibi, yapının yıkılması gibi bir anlam içeriyor. Sanki bu insanın kutsalıymış gibi görünür ve insanlar kutsalıyla oynanmasını sevmez.

Her ne kadar Schopenauer aşk kavramını çözümlemişse de bence hepimizin mahremine girmiştir. Çünkü biz seviyoruz, ister biyolojik olsun, ister filozofik olsun isterse de şairane olsun seviyoruz, hepsi bu…


 
 
  Bugün 40 ziyaretçi (114 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol